Cumhuiyet Dönemi Siyasi, Sosyal ve Fikri Temeller Nelerdir?


CUMHURİYETİMİZİN FİKRî TEMELLERİ
Doç. Dr. Durmuş YILMAZ*
1. Cumhuriyetin Siyasal Altyapısı
Cumhuriyetimizin ilânından bu güne 80 yıl gibi bir zaman geçmiştir. Atalarımız tarafından daha önce kurulmuş olan devletleri bir kenara bırakırsak, 36 padişahın tahta çıktığı ve 621 sene ömürlü bir Osmanlı cihan devletinin birikimini tevarüs etmiş olan cumhuriyetimiz[1], köklü bir devlet geleneğinin bir çeşit “Çağdaşlaşma Projesi” ile yeniden tanımlanması ve yeniden yapılandırılması anlamını taşımaktadır. Avrupa toplum ve devlet yapılarını doğrudan etkileyen Fransız İhtilâli, (Başlaması 14 Temmuz 1789), gitgide artan bir şiddetle Osmanlı toplumunu da etkilemiştir. Bu etkilenmenin merkezinde aydınlar vardır ve yönü de aydınlardan halka ve aydınlardan devlete (Devlet Yönetimine) doğru olmak üzere iki yönlüdür. Fransız İhtilâlinden etkilenen ilk kesimin Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki teb’ası olması ise imparatorlukta sonun başlangıcına işaret etmektedir.
Fransız İhtilâlinden, Osmanlı devletinde siyasal, sosyal ve kültürel hayat bütünüyle etkilenmiş olmasına rağmen, bunun siyasal hayata yansımaları Avrupa’da, daha doğrusu Fransa’da olduğu gibi cumhuriyete doğru olmamış[2], Padişah ve Saray yönetimin tepesindeki yerini tartışmasız bir biçimde korumuştur. İhtilâlden yaklaşık olarak 85 sene sonra Osmanlı aydınlarının verdikleri mücadele sonucunda ülke yönetiminin Parlamenter sisteme geçmesi benimsendiğinde de bu, Fransa gibi cumhuriyet yönünde değil de İngiltere örneğinde olduğu gibi “Meşrutî Monarşi” yönünde olmuştur.Yani Osmanlı Devleti kurumsal olarak Batı’yı örnek aldığı zaman Fransa örneği ile cumhuriyetin değil de, İngiltere örneği ile Anglo-Sakson modelinin esas alındığını görmekteyiz. Bunda, İngiltere Krallığı’nın dünyada mevcut olan prestijine duyulan hayranlık yanında, Osmanlı Devleti’nin Türk ve gayr-ı Türk halkının doğrudan sarayı ve saltanatı hedef alan siyasal başkaldırışının olmamasının etkili olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca Padişahın, Halife olarak dünya Müslümanlarının birliğini temsil etmekte olduğuna inanılması da Saray’ın varlığının her çeşit siyasal tartışmaların dışında tutulmasına yardımcı olmuştur.
Osmanlı modernleşmesinde siyasal altyapının hazırlanmasında, saltanatı ortadan kaldırarak değil, onun yardım ve desteği ile kurumları ve halkı modernleşmeye hazırlamak düşüncesi hakimdir. 1876 yılında Abdülaziz’in tahtan indirilerek yerine önce Sultan Murat’ın daha sonra da Abdülhamit’in geçirilmesinde, aynı şekilde 1909 yılında Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilerek yerine Sultan Mehmet Reşat’ın geçirilmesinde sarayın devlet yönetiminin başında olması gerektiği düşüncesinin varlığını görmekteyiz.
1.1. Osmanlı Çağdaşlaşma Projeleri Olarak Birinci ve İkinci Meşrutiyet
23 Aralık 1876 tarihinde kabul edilen ilk Anayasa (=Kanun-ı Esasî) ile ve 19 Mart 1877 tarihinde açılan parlamento ile toplum ve devlet yapısında ilk demokratikleşme denemelerini başlatan Osmanlı Devleti, kısa sürmüş olmasına rağmen bu dönemin tecrübelerinden sonraki yıllarda ve hatta Cumhuriyet ilan edildikten sonra da fazlasıyla istifade etmiştir. İkinci Meşrutiyet olarak adlandırılan 23 temmuz 1908 devrimi ise zaten doğrudan “Hürriyetin İlânı” olarak tarihe geçmiştir.[3] Bilhassa Cemiyetler Kanununda yapılan 16 Ağustos 1909 tarihli değişiklikten sonra, kısa zaman içinde yüzlerce cemiyet (Dernek) kurulmuştur[4]. Kurulan bu dernek ve cemiyetler halkın sosyal ve siyasal gruplaşmasında ve bu yolla ülke meselelerine yaklaşmasında oldukça etkili olmuştur. 1908 İnkılâbından sonra meydana gelen bu gelişmeler ülkenin ve halkın siyasal alt yapısının oluşmasını sağlamış ve özellikle, 1912 ve 1914 seçimlerinde ortaya çıkan sosyal grupların birbirleriyle kıyasıya iktidar mücadelesi yapmalarına yol açmıştır. 1919 tarihinde yapılmış olan 4. seçim ise Türkiye’de cumhuriyet idaresinin kurulmasında ve siyasal altyapının meydana getirilmesinde çok büyük katkı sağlamıştır. Zira bu seçim ile, Anadolu Türk halkı Müdafa-yı Hukuk Cemiyetlerini kurarak siyasal olarak teşkilatlanırken, bir taraftan da Erzurum başta olmak üzere, Edirne, Lüleburgaz, Balıkesir, Alaşehir, Nazilli Kongreleri ile dar bölgeden bütün ülkeye yayılan bir “Yönetime Sahip Olma” sürecini başlatmış bulunuyordu. Sivas Kongresi ile bu süreç tamamlanmış ve ülkenin yönetimi hem siyasal, hem de askeri ve hatta ekonomik olarak Heyet-i Temsiliye’nin eline geçmiştir. 11 Eylül 1919 tarihinden itibaren ise, Heyet-i Temsiliye meşru bir güç olarak ülkeyi ilgilendiren her konuda, hiçbir merci ve makama danışmadan, her çeşit kararı alarak[5] ve uygulayarak fiilen Yasama ve Yürütme yetkisini eline almıştır ki, bu durum Türk halkının egemenlik hakkını bizzat kullanmasından başka bir şey değildir.
Birinci Meşrutiyet döneminin siyasal yapılanmasında beğenilen örneğin Anglo-Sakson modeli olduğunu söylemiştik. “Meşrutî Monarşi” olarak adlandırılan bu modelde yönetimin tepesinde hanedandan gelen bir Monark bulunacaktır[6]. İki kanatlı bir parlamento olacak bunun bir kanadını halkın temsilcileri olan ve seçimlerle iş başına gelmiş olan mebuslar (Milletvekili) meydana getirecek, diğer kanadını da doğrudan monark tarafından atanan üyeler meydana getirecektir. Parlamento kanatlarının bir birine oranı 1/3 olacaktır.
Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, Meşrutiyet idaresini kurarken model olarak İngiltere Krallığı’nı seçmişti. İngiltere Krallığında Kral tarafından atanan Lordlar Kamarası üye sayısı halk tarafından seçilen Avam Kamarası üye sayısının üçte birinden fazla olamazdı. Kanun-ı Esasi’ye göre Osmanlı Devleti’nde de Padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan üyelerinin sayısı halk tarafından seçilen Heyet-i Mebusan sayısının üçte birinden fazla olamazdı[7].
Bu modelin seçilmesinde bir başka faktör de İngiltere ve Osmanlı devletleri arasındaki yapısal benzerlikdi. İngiltere de çok geniş bir coğrafya üzerinde farklı dil, din, ırk ve kültürden insanları bir arada tutabilmeyi başarmıştı. Hindistan başta olmak üzere bütün bir Güney Asya ve Okyanus adalarını Londra’dan idare edebiliyordu. Sonraki yıllarda buna Afrika kıtasından da bir çok ülke eklendi. Osmanlı Devleti’nin de Mısır’dan Balkanlara kadar uzanan çok geniş bir coğrafyayı idaresi altında tutuyor ve çeşitli dil, din, ırk ve kültürden halkı idare etmeye uğraşıyordu. Her ikisi de bu özellikleri itibariyle birer Cihan Devleti idiler.
Birinci ve İkinci Meşrutiyet parlamentoları, Osmanlı Devleti’nde meşrutî idarenin kurulması ve benimsenmesi yolunda çok önemli bir atılım sayılmakla birlikte, asıl işlevini halkın Cumhuriyet ve Demokrasi düşünceleriyle tanıştırılmalarında göstermiştir. Halkın devlet yönetiminde söz sahibi olması ve hatta padişahın yanında onun yetkilerini paylaşan bir konuma yükselmiş olması, bireylerde bir çeşit “ Vatandaşlık Gururu”nun oluşmasına sağlamıştır. Daha önceki yıllarda “Teb’a, kul, taife” vb isimlerle anılan halk, bundan böyle yavaş yavaş statüsünün yükseldiğini ve padişahın yanına kadar çıktığını görmüştür. Bu psikoloji, insanlarda demokrasi düşüncesinin benimsenmesinde çok etkili olmuştur. Meclis çalışmalarında mebuslar; seçim zamanlarında da özellikle ikinci seçmen denilen delegeler, devlet ve ülke yönetiminde söz sahibi olmuş olmanın sağladığı siyasal gururun bilincinde olduklarını her vesile ile ortaya koyuyorlardı. Meşrutiyet Teb’a veya Kul’u vatandaş seviyesine çıkarıyordu. Bunun en güzel örneğini, ikinci Meşrutiyet olarak bildiğimiz Kanın-ı esasi’nin yeniden yürürlüğe konuluşunun kabul ve ilan edilişinden birkaç gün önce Manastır askeri idadisinde Ders Nazırı Vehip Paşa’nın konuşmalarından anlamaktayız. 10 temmuz 1908 tarihinde İstanbul’daki Padişah’a bir telgraf çekerek Meşrutiyetin ilân edilmesini isteyen Vehip Paşa telgrafın altına imza yerine “Manasırdaki Kullarınız” yazmıştır. Meşrutiyetin ilan edilidiğini duyduktan sonra toplanan halka bir konuşma yapmak üzere yüksekçe bir yere çıkan Vehip Paşa’nın ilk sözü “Mukaddes Vatandaşlarımız” şeklindedir. Meşrutiyetten önce “Kul” olan insanlar Meşrutiyet ilan edilince “Vatandaş” olmuşlardır[8].
23 Aralık 1876 tarihli Kanun-ı Esasi’nin 18. Maddesi, o güne kadar fazlaca önemsenmeyen Türkçe meselesini kesin hükme bağlamış ve devletin resmî lisanının Türkçe olduğu ve memurların Türkçe bilmelerinin şart olduğu yazılmıştır[9]. Mebus seçilebilmek için de Türkçe bilmenin şart olduğu 68. maddede yazılmıştır.
İlköğretimin, Kanun-ı Esasi’nin 114. maddesiyle bütün halka mecbur tutulması Osmanlı aydınlanması için son derece faydalı olmuştur. Madde aynen şöyledir:
“Madde 114: Osmanlı efradının kaffesince tahsil-i marifin birinci mertebesi mecburî olacak ve teferruatı nizam-ı mahsus ile tayin kılınacaktır”.
İkinci Meşrutiyetten sonra Osmanlı toplumu çok partili siyasal hayatla tanışmak ve partiler vasıtsıyla siyasal düşüncelerini iktidara taşımak fırsatını elde etmişlerdir. Bu imkan toplumun çağdaşlaşmasında önemli bir ilerleme sağlamıştır. 1908 ve 1912 seçimlerinde istediği çoğunluğu bir türlü elde edemeyen zamanın en etkili siyasal kuruluşu olan İttihat ve Terakki Partisi, 23 Ocak 1913 tarihinde Bab-ı Âli Baskını” olarak tarihe geçen bir çeşit hükümet darbesiyle iktidarı ele geçirmişledir. Bu olay Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında çok partili siyasal hayatın ülkenin kaderi üzerinde etkili olduğunu ve daha önceki devirlerde ayaklanan halk veya askerin doğrudan saraya hücum ederek padişahı tahtından indirmesine karşılık, meşrutiyet idaresinde ayaklananların saray yerine Bab-ı Ali’yi bastıklarına ve padişahı değil de Sadrazamı koltuğundan indirdiklerine bir örnek sayabiliriz. Bu da bize, ülke yönetiminde asıl gücün padişah yerine hükümete geçmiş olduğunu gösterir. Her ne kadar sadrazam seçimle iş başına gelmeyip padişah tarafından atanıyorsa da bundan sonra partiler sadrazam atanmasında etkili olmaya başlamışlardır. Bu olayda da Kamil Paşa’yı istifa ettiren ittihatçılar yerine kendi partilerinin adamı olan Mahmut Şevket Paşa’yı sadrazam olarak tayin ettirmişlerdir.
1.2. Eşit Vatandaşlık Anlayışına Doğru Toplumsal İlerleme
Kanun-ı Esasi’nin 17. maddesi, Osmanlı teb’asının kanun önünde eşit olacağını bildirmektedir[10]. Esasen Osmanlı Türk ve Müslüman düşünce yapısında en büyük dalgalanma bu madde ile meydana gelmiştir. O zamana kadar bütün kanunlarda Müslümanlar ve Hıristiyanlar dinî özelliklerine göre ayrı ayrı zikredilir ve farklı yasal mükellefiyetlere tâbi kılınırlarken Kanun-ı Esasi bütün teb’ayı kanun önünde eşit saymakta ve davletin nazarında yani hukuk önünde din farkını ortadan kaldırmaktadır. Din farkı sadece dinî mekan ve işlemlerde muteber sayılmış, gerek siyasal hayat içinde ve gerekse sosyal alanlarda dinî ayrıcalıklar veya sınırlandırmalar kaldırılmıştır.
Aslında dinî farklılıklara bakmadan tüm teb’ayı hukuk önünde eşit bir statüye kavuşturma çalışmaları Tanzimatla birlikte başlamıştı. Hem Tanzimat Fermanında (1839) hem de Islahat Fermanında (1856) vatandaşların eşitliği konusu o günün anlayışı doğrultusunda söz konusu edilmiş ve birinci fermanda özellikle mal ve can güvenliğinin garanti altına alınması hususu vurgulanmıştır. İkinci Fermanda askerlik görevinin herkes için zorunlu olacağı belirtilmiş ve gayr-ı müslim halkın bu görevini bedel ödeyerek de yerine getirebileceği belirtilmiştir.
Islahat Fermanı yayınlandıktan sonra, bilhassa tüm teb’ayı eşit kabul eden anlayışa karşı Müslüman halk arasında bir kısım hoşnutsuzluklar doğduğunu da görüyoruz. Askerlik görevi gibi bir kısım devlet hizmetinde Müslüman, Hıristiyan ayrımı yapmaksızın devletin herkese eşit davranacağı ve eşit ödevler yükleyeceği haberi bazı tepkilere sebep olmuştur. Halk arasında “Yönetici olmaya alışık halk bu hakkından mahrum olmuştur[11]” türünden yakınmalar duyulmaya başlamıştır. Kastedilen halk elbette Müslümanlardır. Hatta bunlar arasında bu eşitlik meselesine istihza ile bakanlar da vardır. Bunların halk arasında şöyle konuşmalar yaptığını yine Gülnihal Bozkurt yazmaktadır:
“…Niçin namaz kılıyorsun Hoca! Ferman okundu, görmedin mi? Teba-yı gayr-ı müslime ile artık beraber olacağız…”[12].
Aynı şekilde askerlik görevindeki eşitlik de halk arasında tereddütlere sebep olmuştur. Islahat Fermanında tüm teb’anın askerlik görevi ile yükümlü olduğu belirtilmekle beraber belki de geçiş döneminin yaratbileceği meselelerden kısmen de olsa kurtulmak için gayr-ı müslimlere bedel ödemeyerek bu görevi yapmış sayılmak gibi bir kolaylık getirilmiştir. Zira o yıllarda askerî birlikler içinde Tabur İmamları vardı. Bunlar askerleri dinî bakımdan bilgilendirmekten başka savaş zamanlarında da onları şehitliğe ve gaziliğe özendirerek cesaretlendirirlerdi. Gayr-ı müslimlerin yerleşik bu düzene ne şekilde uyum sağlayabilecekleri hususu henüz aydınlatılmamıştı. Fakat eşit vatandaşlık yolunda böyle bir adım da atılmış oluyordu.
1.3. Hukukda Laikleşme Süreci
Osmanlı hukukunun geleneksel yapısı bireylerin şahsî özelliklerini esas alan ve toplumu bu şahsî özelliklere göre tasnif eden bir temele dayanıyordu. Hukuksal değerlerin oluşmasında iki önemli faktör vardı ki bunlardan birisi Din, diğeri de Cinsiyet idi. Kanunların hazırlanmasında bu iki faktör her zaman belirleyici olurdu.
Osmanlı Devleti’nin yükselme ve duraklama devirlerinden farklı olarak özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şehirlerarası ve milletlerrası ticaretin artması, din esasına göre kurulmuş mahkemeler ve meydana getirilmiş müesseselerin insanların ihtiyaçlarına cevap veremediği ortaya çıkmıştı. Hiç olmazsa ticaret hayatını düzenleyn ve her dinden insanın aralarında meydana gelecek anlaşmazlıkları halledecek mahkemelere ihtiyaç vardı. Oysa mahkemeler din esasına göre kurulmuş ve yargıçlar da (Kadılar) Kur’an-ı Kerim’e dayanılarak hazırlanmış ( İslam Şeriatı) kanunlara göre kararlarını veriyorlardı. Hıristiyanların veya diğer gayr-ı müslim teb’anın kendi aralarında meydana gelen anlaşmazlıklara bakacak Kilise veya konsolosluk mahkemeleri vardı. Fakat farklı dinden insanların aralarında bir anlaşmazlık olursa bunun çözümü ciddi sıkıntılarla karşılaşılıyordu.
Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile ticarî, malî, askerî, kültürel teması arttıkça ülkeler arasındaki hukuk sistemi farkından kaynaklanan problemler de artıyordu. Bu konuda büyük hukukçu ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa şöyle diyor:
“…Günden güne Avrupalıların Osmanlı ülkesine gelişleri ziyadeleşüp, bilhassa Kırım harbi münasebetiyle fevkalade çoğaldı ve alışverişler genişledi. Yabancılar şer’iyye mahkemelerine gitmek istemez…Müslüman aleyhine gayr-ı müslimlerin tanıklığının şer’an dinlenmemesi ise Avrupalıların gözüne pek ziyade çarpar olduğundan Hıristiyanların şer’iyye mahkemelerinde yargılanmalarına itiraz eder oldular. Frenkler dahi, ‘kanununuz ne ise meydana koyunuz da biz de görelim ve teb’amıza bildirelim’ derler idi…”[13].
Osmanlı Devleti’nde, özellikle de 19. yüzyılın ikinci yarısında, hukuk düzeni oldukça parçalı bir halde bulunuyordu. Toplumu bölümlere ayıran özellikler hukuk sistemini de parçalı hale getirmişti. Genel olarak 3 çeşit mehkeme vardı. Birincisi, Müslümanların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara bakacak Şer’î Mahkemeler. Bunlar geleneksel kurumlardı. İkincisi gayr-ı müslim teb’anın kendi aralarındaki anlaşmazlıkları çözecek olan Cemaat mahkemeleri (Kilise Mahkemeleri). Bunlar Müslüman halkın ve devletin karışmadığı alandaki davalara bakarlardı. Üçüncüsü de, yabancıların aralarındaki dâvâlara bakacak olan Kosolosluk mahkemeleri idi. Bilhassa Hıristiyan unsur, Müslümanlarla ve de devletle olan anlaşmazlıklarında bu mahkemelerin davalarına bakmasını isterlerdi.
Üçüncü gruptaki mahkemeler daha ziyade ticarî anlaşmazlıklara bakardı. Bu mahkemelerde yabancı tüccarlarla aılışveriş yapan Türk (Müslüman) tüccarların dâvâları da görülürdü. Fakat Avrupa’da yürülükte olan bir kısım yargılama usulleri henüz Türk tüccarları tarafından tam olarak bilinmediğinden bu mahkemelerde görülen dâvâlar, çoğu zaman Türk tüccarlarının aleyhine sonuçlanırdı. Bu mahkemeler hakkında Enver Ziya Karal şöyle demektedir.
“…Osmanlı teb’ası olan tüccarların çoğu ticaret kanun ve usullerine vâkıf olmadıklarından pek çok zararlara uğramışlardır. Hele İslam tüccarlarıyla ecnebiler arasında geçen ticaret dâvâları ekseriya avukatları ve tercümanları vasıtasıyla ecnebiler kazanarak ve Müslüman tüccarların müdafaaya taraflarından vukuflu vekilleri bulunmadığından İslam ticaretine halel gelmiştir. Bundan başka Müslüman olmayan teb’amızdan bir çoğu dahi yabancı devletlerin himayesine girip o vesile ile işlerini becermişlerdir…”[14].
Ünlü devlet adamı, tarihçi ve hukuçu Cevdet Paşa’nın başkanlığında başlayan ve Osmanlı hukuk sistemini çağdaşlaştırmayı esas alan çalışmalar 1870 yılında tamamlandığında yukarda kısaca bahsedilmiş olan sakıncaların hiç olmazsa bir kısmının giderilmiş olduğunu görüyoruz. Toplam olarak 16 Kitap halinde tanzim edilen Mecelle-i Ahkam-ı Adliye, 1851 maddelik bir kanunlar mecmuasıdır. Osmanlı Devleti hukuk sisteminde önemli değişiklikler yapmıştır. “Aile Hukuku” olarak bilinen, evlenme, boşanma ve miras gibi konular dışında hemen hemen bütün alanları yeniden düzenleyen Mecelle, devlet hukukunda laikleşme sürecinin de başlangıcı sayılabilir. Hukuk sistemimizde şahsî değerlerin yerini yavaş yavaş pozitif hukuk değerlerine bırakmaya başladığını bu çalışmayla görüyoruz. Bu günkü hukuk anlayışından ve hatta o zamanki Avrupada geliştirilen hukuk anlayışlarından bir hayli uzak olmasına rağmen Mecelle 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı devleti hukuk sisteminde önemli bir ilerleme ve yenilik olarak kabul edilebilir[15].
2. Çok Milletli Toplum Yapısından tek Milletli Toplum Yapısına Geçiş
Osmanlı Devleti’nin toplumsal, hukuksal ve siyasal yapısı incelendiğinde çok açık görülecektir ki, Osmanlı Devleti ayrılıklar üzerinde yükselmiş, bütün müesseselerini ayrılıklar üzerine kurmuştur. Önce şu şemayı bir inceleyelim:
OSMANLI TOPLUM YAPISI
………………..
(NOT: dergideki baskısında olan şemalar girilememiştir. )
.
Şemalarda da açıkça görüldüğü gibi Osmanlı Devlet anlayışında ne halk, ne ülke, ne de başka devlet, ülke ve halklar hiçbir zaman bir bütünlük içinde değerlendirilmemiş, her zaman “Çeşitlilik” anlayışı hakim olmuştur. İşte Hukuk bu çeşitlilik üzerine kurulmuş, müesseseler bu çeşitliliği yaşatacak şekilde oluşturulmuştur. Mahkemeler de böyledir, okullar da böyle; İş ve meslekler de böyle, mahalleler de böyledir. Müslüman ve Müslüman olmayan halk asırlarca birlikte yaşadıkları halde bir birleriyle asla karışıp kaynaşmamışlardır. Bu ayrılığın muhafaza edilmesinde en büyük faktör Hukuk’tur. Fakat, Osmanlı Devleti’nin klasik devirlerinde halkın mutluluk ve huzurunu temin eden bu anlayış, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devletin parçalanması ve hatta yıkılmasına ortam hazırlayacak bşir hale gelince başta padişahlar olmak üzere devlet adamlarının önemli bir kısmı Osmanlı Hukuk Anlayışı’nın yenilenmesi gerektiği hususunda fikir ve eylem birliği içine girmişlerdir. Devletin Avrupa devletleri ve Rusya karşısında askeri ve ekonomik yönden giderek zayıflıyor olması ile Mısır’ın Osmanlı Devletinden koparak Avrupalı devletler ile, özellikle de Fransa ile, işbirliği içine girmesi de yenilik anlayışının doğmasında etkili olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin son elli yılında hakim olan yönetim anlayışı, yukarda ana hatlarıyla değindiğimiz ayrılıklar sisteminin hiç olmazsa bir kısmını ortadan kaldırmaya, dinî anlayışı devlet hayatından yavaş yavaş geri çekerek bireysel hayata indirgemeye ve teb’ayı yeni bir adla yeni baştan tanımlamaya[16] ve bu şekilde devletin bütünlüğünü korumaya yönelik çalışmaların yapıldığı bir hukukî temele dayanmaktadır.
2.1.Müttehid ve Mütecanis Bir Toplum Yaratmak
Yapılan bütün çalışmalara ve alınan bütün tedbirlere rağmen Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü korumanın mümkün olmayacağı Balkan Savaşlarında ortaya çıkmıştır. Yüzyıllardan beri birlikte, aynı bölge, aynı şehir ve bitişik mahallelerde yaşayan Türk (Müslüman) ve gayr-ı müslim halkın aralarında var olan husumetin de asırlarca onlarla birlikte yaşamış olduğu Balkan Savaşlarında Bulgar askerlerinin Trakya’nın Türk ahalisine uyguladığı mezalimle gözler önüne serilmiştir. 1912 yılı sonlarında Bulgarlar tarafından işgal edilen Edirne şehri, 20 Temmuz 1913 tarihinde kurtarıldığı zaman Türk askerlerinin karşılaştığı manzara korkunçtu. Yakılmış, yıkılmış, harap olmuş köy ve kasabalar…Parçalanmış, kuyulara doldurulmuş cesetler…[17]. Türklerle (Müslümanlar) Gayr-ı müslim halkın bir arada yaşamayacağının bir başka örneği de 1915-1916 yıllarında Rus işgali altındaki Doğu Anadolu Bölgesi şehir ve köylerinde Ermenilerin uyguladıkları mezalimdir[18]. Trakya’da Bulgarlar ve Yunanlılar, Doğu Anadolu’da da Ermeniler tarafından uygulanan mezalim Türklerin ortak hafızasına “Bu halklarla artık birlikte yaşanamayacağı” duygusunun yerleşmesine yol açmıştır. Zira hem Balkan Savaşlarında hem Birinci Dünya Savaşında Anadolu’nun yerli halkı olan Rumlar ve Ermeniler yurdumuzu (onların da yurdu) işgal etmeye gelen Rus, Fransız, İngiliz ve Yunan askerlerine her çeşit yardım ve desteği sağlamışlar, onların işgal ettikleri şehirlerde Türklerin matem tutmalarına karşılık Rumlar ve Ermeniler bayram etmişler, sevinç gösterilerinde bulunmuşlardır. İstanbul’da, İzmir’de, Erzurum ve Van’da hep aynı tablo görülmüştür.
Balkan Savaşlarının başlamasından (Aralık 1912) İstiklâl Savaşının bittiği ( 9 Eylül 1922) tarihine kadar geçen 10 yıllık zaman çok açık olarak göstermiştir ki, Kanun-ı Esasi’nin “Osmanlı Tabir Olunur” diye adlandırdığı halk, artık birlikte yaşayamayacak hale gelmiştir. Bu halk Müttehid ve Mütecanis ( Birlik içinde ve Uyumlu) bir halk değildir. Yeni kurulacak devlet bazı tedbirler almak zorundadır.
Milli Mücadele’nin başından itibaren devletin adı, “Türkiye Devleti”dir. Zira, Osmanlı Devletinin yıkılışı Milli Devletlerin (Ulus-Devlet) kuruluşuna yol açmıştır. Osmanlı Devletini yıkmak için harekete geçen her devlet “Milliyet” fikrini işlemiştir. Bulgarlar, Yunanlılar, Ermeniler’den başka Osmanlı Devleti’nin Müslüman teb’ası olan Arnavutlar ve Araplar da bu fikrin peşinde kendi milli devletlerini kurmak için harekete geçmişler ve sonunda sömürgecilerin de yardımıyla başarılı olmuşlardır. Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalarken Osmanlı Devleti’nin başında bulunanlar, ABD Başkanı Wilson’un ilan ettiği 14 maddelik ilkelerden olan “ Her Millet kendi mukadderatını tayin hakkına sahip olacaktır” prensibine saygılı olunacağını ummuştu. Zaten savaştan çekilmek isteğini belirten belge de, bu ilke dile getirlerek kaleme alınmıştı. Ateşkesin imzalandığı tarihte Türk Ordularının koruduğu ve yabancıları işgali altınadüşmemiş olan topraklar da 28 Ocak 1920 tarihinde Meclis-i Mebusan’da “Türk Halkının Vatanı”, başka bir ifadeyle de “Türkiye Devleti’nin Sınırları”, olarak kabul edilmiştir ki, buna “Misak-ı Milli Sınırları” diyoruz.
Misak- Millî sınırları içinde kurulacak devlet elbette bir “Milli Devlet” olacaktır. Burada kurulacak devletin adı “Türkiye” olacak, burada yaşayacak halkın adı da “Türk” olacaktır. Nasıl Kanun-ı Esasi’de halkın adı “Osmanlı” olarak konmuşsa şimdi de adı “Türk” olacaktır. Misak-ı Millî sınırları içinde “Türk” adıyla Müttehid ve Mütecanis bir halk yaşayacaktır.
Amasya genelgesinden itibaren ( 22 haziran 1919) gerek Mustafa Kemal’in gerekse silah ve siyaset arkadaşlarının bütün söylemlerinde bu düşünceyi görmek mümkündür. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda, TBMM’de ve sonraki yıllarda “Türk Devleti” ve “Türk Milleti” kavramları hep öne çıkarılmış, hep vurgulanmıştır.
Teşkilat-ı Esasiyye Kanununun ( 20 Ocak 1921) üçüncü maddesinde “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclis tarafından idare olunur” diyerek devletin adını anayasaya yazmıştır. Onuncu maddesi de Türkiye’nin idari vaziyetini anlatmaktdır.
30 Ekim 1922 tarihli karar ise Osmanlı Devleti’nin yıkılmış olduğunu ve yerine Türkiye Devleti’nin kurulmuş olduğunu bildirmektedir. Hükümetin adı da “Türk Hükümeti”dir. 2 Kasım 1922 tarihli Heyet-i Umumiyye kararında da “Türk
Milleti” ve “Yeni bir Milli Türk Devleti”nden söz edilmektedir.
“…Türk Milleti saray ve Bab-ı âli’nin hıyanetini gördüğü zaman…hakimiyeti padişahtan alıpbizzat millete ve onun yed-i kudretine vermiştir…”[19].
“…Binaenaleyh o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve Milli bir Türkiye Devleti, yine o zamandan beri padişahlık merfu olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur[20].
Teşkilat-ı Esasiyye Kanunundaki 29 Ekim 1923 tarihli “Cumhuriyetin İlanı” olarak adlandırdığımız değişiklikte de , Birinci Maddede “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti Cumhuriyettir”, ikinci maddede de “ Türkiye Devletinin Resmi Lisanı Türkçedir” denmektedir.
Bütün bu ve bunu izleyen gelişmelerle, Osmanlı Devleti’nin yerine ve onun mirasçısı olarak kurulan devletin adı “Türkiye”, milletin adı da “Türk” olacaktır. Misak-ı Millî sınırları içinde kardeşlik duyguları içinde bir arada yaşamayı kabul eden insanlar hem devletin adını hem de milletin adını kabul edeceklerdir. Resmî Lisanın Türkçe olduğunu da aynı şekilde kabul edeceklerdir.
Musatafa Kemal, 1 Mart 1922 tarihinde TBMM’nde yaptığı konuşmada “Türkiye Halkı, ırken ve dinen ve harsenmüttehit,yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakârlık hissiyatiyle meşhun ve mukadderat ve menafi-i müşterek olan bir heyet-i ictimaiyedir…[21]” demek suretiyle, Osmanlıdaki anlayışın aksine kucaklayıcı ve kapsayıcı bir halk ve millet tarifi yapmış oluyor.Milletin tarifinde “Harsen” diyerek kültürü öne çıkarıyor. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde daha ziyade azınlıklar için “Millet” ifadesi kullanılırdı. Rum Milleti, Ermeni Milleti…gibi “Türk Milleti” ifadesi ise kullanılmazdı. Türkler, Araplar, Arnavutlar vb için “Müslümanlar” ifadesi tercih edilirdi. Şimdi Müslümanlar da ayrı ayrı milletlere bölünmüş olduklarına göre artık bundan böyle “ Türk Milleti” kullanılacaktır.
İşte burada önemli bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Türk bir ırkın, bir soyun adı olduğuna göre, Türk Milleti içinde ırken Türk olmayanlar ve anadilleri Türkçe olmayanlar acaba kendilerini nasıl ifade edecekler veya bu ismi nasıl benimseyecekler? Mustafa Kemal’in yukarda bahsettiğimiz konuşmasında söylediği “Türkiye Devleti’ni kuran halka Türk Halkı denir” cümlesi insanların zihinlerinde doğması muhtemel problem veya farklı düşünceyi daha başlangıçta silip atmıştır. Mustafa Kemal, Türklük şerefini, Türkiye Devleti’nin kuruluşuna katkısı olan insanlara paylaştırmıştır. Zira devletin kuruluşu 10 yıl süren bir savaş ve bir milyondan fazla insanın hayatı pahasına gerçekleştirlmiştir. Balkanlarda, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Suriye ve Filistin cephelerinde, İnönü, Sakarya ve Dumlupınar’da kanlarıyla ve canlarıyla bu toprakları savunan insanların ortak adı olan TÜRK, bir ırk veya bir soy adı olmanın çok daha ötesine geçmiş, tarihten günümüze uzanıp gelen büyük bir medeniyetin sahibi olan büyük bir Millet adı olmuştur. 1923 yılından itibaren yeni devletin kurulmasınakatkısı olmayanlar zaten Misak-ı Millî sınırlarının dışındaki ülkelere gitmişler, bu devlete madden ve manen sahip çıkanlar da bu sınırlar içine gelmişlerdir. Yüzbinlerce Rum ve Ermeni Türkiye’den ayrılırken, daha fazla Türk, Balkanlardan, Kafkasya’dan ve Ortadoğu’dan gelerek Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir. Kısaca ifade etmek gerekirse, Türklüğü benimseyenler gelmiş, benimsemeyenler gitmiştir. 1924 yılından itibaren, sonradan gelenler de dahildir, Türkiye sınırları içinde yaşayanlar, anadilleri başka bile olsa, Büyük Türk Milleti’nin şerefli mensuplarıdırlar. Büyük Atatürk’ün en büyük çağdaşlaşma projesi olan Türkiye Cumhuriyeti, Müttehid ve Mütecanis bir Türk Halkının onun önderliğinde kurduğu devletinin adıdır.
2.2. Kurucu Düşünce Olarak Türk Milliyetçiliği
Osmanlı toplumunda Balkan Savaşları ile başlayan dağılma süreci Birinci Dünya Savaşı ile tamamlanmış ve “Osmanlı” adıyla anılan halktan sadece Türkler, belirlenen sınırlar içinde ( Misak-ı Millî sınırları) işgal edilen topraklarını kurtarmak için yeniden silaha sarılarak bağımsızlık mücadelesini başlatmışlardı. Zaten çizilen sınır da sosyal ve kültürel Türk varlığını çevreleyen bir sınırdı. Ne Arapların ne de Arnavutların Türklerle beraber yaşamak gibi bir düşünceleri vardı. Osmanlı Devleti’nin gayr-ı müslim teb’ası gibi Müslüman fakat gayr-ı Türk unsurlar da işgalcilerin tatlı vaadlerine kanarak Türkleri vatan savunmasında yalnız bırakmışlardı. Milliyet ve Milliyetçilik fikirleri bunlar arasında Türklerden daha erken yayılmıştı. Osmanlı Devleti zamanında Türk Din adamları Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği fikir ve düşüncelerini, devlete ve halkın bütünlüğüne zarar verir endişesiyle ağızlarına almazlarken Bulgar, Yunan ve Ermeni kiliseleri ve din adamları kendi halklarını milliyetçi fikirlerle donatmaya ve onlarda milliyet şuurunu uyandırmaya çalışıyorlardı. Payzi adında bir Bulgar din adamı 1762 yılında yayınladığı bir kitapta şöyle yazıyordu:
“…Ey Bulgar! Atalarını tanı.Dilini konuş. Bu kitap bütün Bulgar halkına, bizim de şanlı bir millet olduğumuzu göstermek için yazılmıştır. Öyle kardeşlerimizi tanıyoruz ki, Bulgar olduklarını unutacak kadar şaşkınlık içinde bulunuyorlar. Hatta bunlar Yunanca okuma ve yazma öğreniyorlar. Kendilerini Bulgar saymaktan utanıyorlar…Ey Akılsız Halk! Kendinden niçin utanıyorsun? Kendi dilini öğren, kendi milletini tanı, tarihini öğren, kahramanlarını bil, onları takdir et…”[22]. Sonraki yıllarda Bulgar milliyetçilik hareketi daha da gelişti . Safroni adındaki bir Bulgar papaz Bulgarlar’da millî şuur uyandırmak için çok çalıştı. Nofitos isimli bir papaz da 1840 yılında İncil’i Bulgar diline çevirerek ayinlerinin kendi dillerinde yapılmasını sağladı[23]. Rum ve Ermeni din adamları da Bulgarlardan geri değildi.
Mondros ateşkes antlaşmasına rağmen askeri harekâta devam ederek yurdumuzu bütün yönlerinden işgale başlayan istilacılara karşı, az sayıdaki işbirlikçileri saymazsak, top yekun Türk halkı Mustafa Kemal’in önderliğinde millî benliğine dönerek sağladığı Milli Birlik ruhu içinde İstiklâl Savaşı’nı zaferle sonuçlandırmıştır. Bundan sonraki fikir ve düşünce artık bellidir. Bu,Türk Milliyetçiliği’dir[24]. Zira zaferin temelinde bu düşünce yatmaktadır. Öyleyse kurulacak olan devlet bu fikri esas alacaktır. O halde Türk Milliyetçiliği nedir ve hangi temellere dayanmaktadır?
Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün söylemleri incelendiğinde Yeni Türk Devleti’nin kurucu fikrini şu üç temele dayandırdığını açıkça görürüz. Bunlar: a) Milli Değerler, b) Çağdaş Değerler, c) Dini Değerler.
Atatürk’ün burada Ziya Gökalp’ten etkilendiğini söylemek yanlış olmaz. Gökalp’in “Türk Milletindenim, İslam Ümmetindenim, Garp Medeniyetindenim” ifadesi Mustafa Kemal’de, “Özünü Koruyarak Çağdaşlaşma ” anlayışına dönüşmüştür. Bunun için Türk Tarihi ve Türk Dili üzerinde bilimsel çalışmaların kurumsallaşmasını ve sürekli hale gelmesini istemiş ve sonraki yıllarda bu çalışmalar, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu ortaya çıkarmıştır. Yine aynı anlayış, din alanında da ortaya çıkmış ve Türk insanının İslam Dinini kendi dilinden okuyup anlayabilmesinin yolunu açacak çalışmalar yapılmıştır. Mustafa Kemal, yukarda işaret ettiğimiz 1 Mart 1922 tarihinde TBMM’nde yaptığı konuşmada camiler hakkında şunları söylemiştir:
“…Efendiler! camilerin mukaddes minberleri halkın ruhanî, ahlakî gıdalarına en âli, en feyyaz menbaalardır.Binaenaleyh, camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı tenvir ve irşadedecek kıymetli hutbelerin muhteviyatına halkça ıttıla imkanını temin Şer’iye Vekalet-i Celilesinin en mühim vazifesidir.Minberlerden halkın anlayabileceği lisanla ruh ve dimağa hitabolunmakla ehl-i İslamın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur…”[25].
Diğer taraftan, Ahmet Naim Efendi tarafından Türkçeye çevrilen meşhur Hadis kolleksiyonlarından Sahih-i Buhari ile, meşhur din bilginlerimizden Elmalılı Ahmet Hamdi Efendi tarafından yazılan Kur’an Tefsiri bu zamanda kültür hayatımıza giren çok önemli çalışmalardır. Bu çalışmalardan da burada zikretmek gerekir.
Türkiye Devleti’nin kurulmasında Misak-ı Millî sınırları kadar bu sınırlar içinde yaşayan halk (Türk Milleti) da övülmüş ve yüceltilmiştir. Bu halkın ayrılmaz ve bölünmez bir bütün olduğu her ortamda ısrarla tekrar edilmiş ve böylece – tabir yerindeyse- yeni bir millet yaratılmıştır.Bu, Türk Milleti’dir. Yeni bir “Vatan” anlayışı getirilmiştir. Misak-ı Millî sınırları içinde ki bir karış toprak bile, bir tek çakıl taşı bile kutsaldır ve düşmana bırakılamaz. Bu vatan Türkiye’dir. Türkiye’nin altında ve üstünde var olan her şey Türk Milleti’nin asla vaz geçemeyeceği ve terk edemeyeceği kutsal değerleridir. İşte bu anlayış yeni bir Milliyetçilik anlayışını da yannda getirmiştir. Bu anlayış, Osmanlı’daki ayrılıkların ve bölünmelerin sebebi olan etnik milliyetçilik anlayışı değil, kaynağını “Millet” den alan, birlik ve bütünlüğü emreden toparlayıcı bir milliyetçilik anlayışıdır. İşte Atatürk’ün Türklük ve Türk Milliyetçiliği anlayışı budur. Bu anlayış sonraki yıllarda anayasalarımızda da yerini almıştır. Bu anlayışa göre Türk Milliyetçiliği, Türk Milleti’nin maddî ve manevî değerlerinin bütününü benimsemek ve benimsetmek ülküsüdür. Türk Milleti’nin üzerinde yaşadığı vatanı (Türkiye) ve bu vatan üzerinde var olan bütün değerler, tarihî eserler ve kalıntılar, ormanlar, yer altı ve yer üstü bütün zenginlikler, tabiî oluşumlar, göller, akarsular, mağaralar, şelaleler… hepsi Türk Milleti’nin maddi zenginlikleridir. Efes Harabeleri de Türk Milletinindir, Selçuklu Kervansarayları da Türk Milletinindir. Selimiye Camii de Türk Milletinindir, Sümela manastırı da Türk Milletinindir. Sultan Ahmet Camii de bizimdir, Ayasoyfa da bizimdir. Çünkü, Türkiye bizim ezelî ve ebedî yurdumuzdur, vatanımızdır. Mustafa Kemal’in Hititleri ve Sümerleri sahiplenerek bunların isimlerini yaşatma düşüncesi bu anlayışın eseridir.
Türk Milleti’nin manevî değerleri de Türk Milliyetçiliğinin temellerindendir. Önce bütün mezhepleriyle birlikte İslam Dini. Sünnî mezheplerin yanında Alevîlik, Bektaşîlik ve diğer mezhep ve yorumlar da Türk Milleti’nin manevî değerlerindendir. Hiç birisini red edip yasaklayamayız. Bunlar arasında devlet olarak tercih yapıp, birisini öne çıkarıp diğerini kötüleyemeyiz. İnsanlarımız tam bir inanç özgürlüğü içinde diledikleri gibi inanmalı ve yaşamalıdırlar. Çünkü Türk Milleti’nin manevî değerleri bu inançların bütününden oluşmaktadır. Hepsi birden Türk Kültürü’nü meydana getirmektedir. Kucaklayıcı ve toparlayıcı milliyetçilik anlayışı hepsi de İslam İnancının içinde olan bu mezhep ve tarikatların hiç birisinin red ve inkâr edilmesine müsaade edemez. Türk Milleti’nin bütünlüğünün korunması ancak böyle mümkün olur.

2.2. Millî İrade ve Millî Egemenlik
Millî Devletlerin (Ulus Devlet) kuruluşu, Millî İrade şuurunun oluşması ve gelişmesi ile ancak mümkündür. Mustafa Kemal’in Amasya genelgesi’nin 3. maddesinde yazdığı ve yayınladığı “ Milletin İstiklâlini yine Milletin azim ve kararı kurtaracaktır” cümlesi toprakları işgal edilen ve devleti elinden alınan bir milletin kendisini ve yurdunu kurtarmak için gücünü nereden alacağına işaret etmektedir. Halk Millî İrade ile devletini kuracak ve Millî Egemenlik ile bu devleti yürütecektir. Amasya genelgesinde yer alan bu cümle Erzurum Kongresi’nde de Kongre Kararı olarak tekrar edilmiştir: “İrade-i Milliyeyi hâkim, Kuva-yı Milliyeyi âmil kılmak esastır”.
Kısaca söylemek gerekirse Millî İrade, devleti kuran iradedir. İşte Türk Milleti 1919 yılından itibaren bir irade ortaya koymuş, bu iradeyle düşmanla savaşmış, bu irade sayesinde zafere kavuşmuş ve bu iradeyle Türkiye Devletini (Türkiye Cumhuriyeti) kurmuştur. Şimdi de bu irade ile kurulan devletimizin dayandığı esasları bir hatırlayalım.
Türkiye Devleti, 23 Nisan 1920 tarihinden itibaren üstün güç olarak Milli İradeyi kabul etmiştir. O zaman İstanbul’da bulunan Padişah-Halife olan 6. Mehmet de, onun tayin ettiği Sadrazam ve bakanlar da, şeyhulislamlar da artık Türk Milleti’nin yönetiminde yetki ve görev sahibi değildirler. Millet adına egemenlik hakkını sadece TBMM kullanabilir ve kullanacaktır. Bu Meclis İstiklâl Savaşını yönetmiş ve yeni Türk Devleti’ni kurmuştur. Prensipleri ise, Misak-ı Millî Sınırları ve Üniter Devlet yapısıdır. Daha sonra buna Laik Hukuk sistemi de eklenmiştir. Böylece devletin kuruluşundaki İrade ortaya çıkmıştır. 3 Mart 1924 tarihinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti, Misak-ı Millî sınırları içinde, Üniter bir yapıda, Laik hukuk sistemi ile idare olunan bir Millî devlettir. Ne Atatürk’ün sağlığında ne de daha sonra, hiçbir Meclis ve Hükümet Türkiye’nin bu yapısını değiştirmek gibi bir faaliyette bulunmamıştır. Zaten bunun aksini düşünmek Cumhuriyetimizin fikrî temellerini değiştirmek olur ki, bu Milli İrade’ye uymaz.
3. Bir Çağdaşlaşma Projesi Olarak CUMHURİYET
Türkiye’de Cumhuriyetin kurulması 20. yüzyılın ilimde, fende ve teknikde eriştiği seviyeyi yakalamak projesidir. Osmanlı Devleti 17. yüzyıldan başlayarak dünyadaki gelişmelerde geri kalmaya başlamış ve buna dayalı olarak da Avrupalı devletlerle ve Rusya ile münasebetlerimizde hep “Güçsüz Devlet” konumunda bulunmuştur. Kurulduğu yıllardan itibaren yaklaşık 4 asır Avrupa topraklarında fetihler yapan ordu, 17. yüzyıl sonlarından itibaren geri çekilmeye başlamış ve binlerce insanımızın hayatı pahasına kazanılan topraklar bir bir elden çıkmıştır. Bundan başka tarihî Türk Düşünce Sisteminin esası olan “Türk Cihan Hakimiyeti” düşüncesi de savunulur bir fikir olmaktan çıkmıştır. 400 senelik kazanımlar 200 senede geri verilmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın sona Erdiği 1918 tarihinde Türk orduları Osmanlı devletinin ilk kurulduğu sınırlara kadar gerilemiştir. Sonraki yıllarda bu sınırları da koruyamamış ve Sakarya Nehri’ne kadar çekilmek zorunda kalmıştır.
Türk İstiklâl Savaşı, her şeyden önce yeni bir ordu anlayışı getirmiştir. Artık ordularımız Padişah ve Halife’nin ordusu değil, Türk Milleti’nin ordularıdır. İşte bu anlayış, önce Millet, sonra da Devlet anlayışını değiştirmiştir. Bu bir Cumhuriyet fikridir. Halk İdaresi fikridir. Türkiye Cumhuriyeti işte böyle bir zamanda “Çağı Yakalamak” iddiası ile ortaya çıkmış ve kurumsallaşmıştır.
Osmanlı Devleti’nin yıkılışında etkili olan faktörler Cumhuriyetin ortadan kaldırmak için hedef seçtiği konulardır. Yani Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile Cumhuriyetin hedefleri arasında bir ters paralellik mevcuttur.
Bunları 3 grupta toplayabiliriz:
a) Halkda okuma-yazma seviyesinin düşüklüğü
Cumhuriyetin belki de en önemli hedefi ve önceliği halkın okuma-yazma seviyesini yükseltmek için çalışmak olmuştur. Avrupa toplumlarına göre değil, Türkiye’de yaşayan azınlıklara göre de okuma-yazma konusunda Türk insanı bir hayli geride bulunuyordu. Buna bir örnek olması bakımından Birinci Meşrutiyet döneminde Maarif Müsteşarlığı görevine getirilen Osmanlı aydınlarından şair ve devlet adamı Ziya Paşa’nın şu tespitine bir bakalım. ZiyaPaşa diyor kşi:
“…İstanbul’da Rum ve Ermeni çocuklarından ikisi ile bizim çocuklardan ikisi imtihana çekilsin. O zaman aradaki fark zahir olur. Anların içinde 10 yaşında çocuk az bulunur ki, kendi lisanında yazı bilmesin ve gazete okumasın. Bizimkilerin içinde 15 yaşında çocuk pek nadir bulunur ki, Türkçe iki satır bir tezkere yazabilsin veyahut Takvim-i Vekayi’yi okuyabilsin. Bundan dahakolay bir tecrübe vardır: Anadolu ve Rumeli’nin hangi şehrine gidilirse iş için kâtip aransın. Millet-i İslamiyenin yüzde ikisi yazı bilir çıkmaz. Milel-i sairenin yüzde yirmisi okut yazar bulunur…”[26].
Osmanlı’dan devr alınan seviye işte budur. Şimdi Cumhuriyet bu durumu değiştirecek ve okuma yazma oranını yükseltecektir. Cumhuriyetin ilanının 80. yılında Türkiye’de okuma-yazma oranının erkeklerde % 90, kadınlarda da %75 civarında olduğu düşünülürse Cumhuriyetin bu önemli meseleyi hemen hemen halletmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
b) Bilimsel Araştırma Yetersizliği
Cumhuriyetin devraldığı bilimsel çalışma ortamlarının yetersizliği üzerinde tartışılmayacak bir konudur. “Dâr-ul Fünun” adıyla İstanbul’da bir tek üniversite ile çağın bilimsel seviyesini yakalamak elbette mümkün olamazdı. Kaldı ki, önceki çağları da kaçırmış bir ülke durumunda bulunuyorduk.Devam eden savaşlar sebebiyle de az sayıdaki üniversite öğrencilerimiz ya şehit olmuşlar, ya da eğitimlerini bırakmak veya ara vermek zorunda kalmışlardır. Bilimsel araştırma yapmak bir yana, halkın ve ülkenin ihtiyaçlarını karşılayabilecek meslek adamlarının – hukukçu, doktor, öğretmen, mühendis – yetiştirilmesi bile mümkün olmamaktadır.
Cumhuriyet bu eksikliği giderebilmek için yeni üniversiteler kurmak dahil bir çok tedbirler almıştır.
c) Çok Hukuklu Sistem ve İdare Anlayışı
Osmanlı Devletinden devralınan Hukuk sistemi içinden çıkılmaz bir halde idi. Zaten Osmanlı Devleti zamanında da bir çok değişiklikler yapılarak hukuk sistemindeki zaaflar giderilmeye çalışılmıştı. Fakat bütün değişikliklere rağmen yine de hukuk sistemi “Şahsî Hukuk Sistemi” özelliklerini taşıyordu. Özellikle kadınlar konusunda çağın ihtiyaç ve anlayışının çok gerisinde bulunuyordu. Evlenme, Boşanma, Miras, Nikah gibi konularda; kadınların okuması, memuriyet görevlerinde bulunması, cumhuriyet ve demokrasideki temel haklarını kullanabilmesi konusunda, seçme ve seçilme hakları meselesinde çok ciddi kısıtlamalar altında bulunuyordu[27]. Diğer taraftan Çok Hukuklu Sistem bireylerin kişisel özelliklerinden beslendiği için – bunlar arasında Din, Irk, Cinsiyet…farklılıkları sayılabilir- toplumun zaten heterojen olan yapısı giderek ayrışma ve parçalanma eğilimi gösteriyordu. Mütecanis bir toplum meydana getirilemiyordu. İşte Laik Hukuk Sistemi Çok Hukuklu Sistemin yerine konularak bu sakınca giderilmiştir.
Cumhuriyet toplumun yarısını meydana getiren kadınların durumunu ele almış ve onların eğitim ve kültür seviyelerini yükseltmek suretiyle toplumsal hizmetlere katılımını da sağlamıştır.
Diğer taraftan, Din ve Mezhep farklılıklarının birer inanç özgürlüğü olarak kalmayıp, devlet ve toplum hayatı içinde kurumsallaşmasının yarattığı sakıncalar da Laiklik anlayışı ile giderilmiştir. Ülkenin bütün insanları, Irk, dil, din, mezhep, cinsiyet ayrımı yapılmaksızın hukuk önünde eşit vatandaşlar haline getirilmiş ve böylece milletleşme süreci tamamlanmıştır. Artık Osmanlı Devlet, zamanındaki gibi halk, Kul, Taife, Teb’a vs olarak değil, “Vatandaş” olarak adlandırılmaktadır. Cumhuriyetin mensupları ancak vatandaş (=Yurttaş) olur. Başka bir sıfatla anılamaz.
SONUÇ
Mustafa Kemal, kurduğu cumhuriyetin iki defa tarihe ışık tutacak mahiyette değerlendirmesini yapmıştır. Bunlardan birincisi 1927 yılında Cumhuriyet Halk Partisi 3. Büyük Kongresindeki konuşmasıdır ki, NUTUK adıyla yayınlanan bu kitap Cumhuriyet Tarihimizin önemli bir kaynağıdır. Mustafa Kemal, Nutuk’a “Ey Türk Gençliği!” diye başlayan meşhur hitabesi ile son vermektedir.
Atatürk, Millî Mücadele tarihini bütün teferruatıyla anlattıktan sonra, tıpkı bir vasiyetname yazar gibi kelimeleri dikkatle seçmiş ve eserini Türk gençliğine emanet etmiştir.:
“Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini ilelebed muhafaza ve müdafa etmektir…”
Buradaki gençlik Atatürk’ün eserine sahip çıkan ve gelecekte de sahip çıkacak olan gençliktir. Yani Türk Milleti’nin geleceğine seslenmiştir. “Türkiye Devleti’ni kuran halka Türk halkı denir” diyen Atatürk, şimdi de o halkın (Milletin) gençliğine seslenmektedir. Bu gençlik Edirne’den Van’a kadar Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkan gençliktir. Son cümlesi ise, dünyanın bir zamanlar hakir gördüğü Türk insanını yüceltmek amacına yönelik bir ifadedir: “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”. Böylece Türk insanı en zor zamanlarında bile kendine olan öz güveni sayesinde engeleri aşacak ve devletini ve milletini kurtaracaktır.
Atatürk’ün Cumhuriyet hakkındaki ikinci değerlendirmesi de 10. Yıl kutlamaları esnasında söylediği Nutuk’tur. Burada da “ Büyük Türk Milleti!” diye başlayan konuşma “Ne Mıtlu Türküm Diyene! “ cümlesiyle bitmektedir. Bir zamanlar “Etrak-ı biidrak” (=Akılsız Türkler) diye devşirme devlet adamlarının horladığı Türk, artık dünyanın saygın devletlerinden birisi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin sahibidir. Onu kendisi kurmuş ve yüceltmiştir. Onun mensubu olmak büyük bir şereftir.
Kafkasya-Balkanlar ve Ortadoğu üçgeni içinde bu gün Türkiye Cumhuriyeti’nin, çevresinde yer alan devletlerle karşılaştırıldığında, Müttehid ve Mütecanis bir toplum ve güçlü bir silahlı kuvvetleriyle bir dünya devleti olduğu ortadadır. Türkiye dışından bakınca bu gerçek daha iyi görülmektedir
Load disqus comments

0 Yorumlarınız